Çandarlı, İzmir.... Size de çıkabilir ;-)

İstemediğim kadar uzun bir ara verdim yazmaya, ama elimde değildi... Vakit yoktu gerçekten... Aslında başladığım işi bitirip, Güney Afrika serisini tamamlamalıyım ama, içinde bulunduğumuz sezondan dolayı bir “Milli Piyango” yazısı yazmak istedim ;-)




Bu yaz, tatilimin 2 haftasını Çandarlı’da geçirdim. Çandarlı İzmir’in Dikili ilçesine bağlı, Çandarlı Körfezinde, üç tarafı denizle çevrili bir yarımada üzerine kurulmış küçük bir tatil kasabası. Eski adı “Pitane” Kadın Şehri anlamına geliyormuş. Bu şehri Amazonlar kurduğu için bu ismin verildiği sanılıyormuş. Gece hayatı sakin, bozulmamış, tam kafa dinlemeye uygun güzel bir yer... Çevresinde de gidilecek güzel yerler var. Örneğin Dikili çok daha büyük ve hareketli bir yer. Çok güzel Tuborg bira da bulabiliyorsunuz ;-)



Orada 2 haftalığına bahçeli 3 katlı güzel bir ev kiraladık. Bütün yıl o kadar yorucu geçti ki, tatilde erken kalkıp, kahvaltı saati bitmeden giyinip restorana inmeye çalışmak, 500 kişiyle aynı yerde yemek yemek, 2 dilim peynir almak için sıraya girmek zorunda kalmak hiç cazip gelmedi doğrusu... Bu sefer pijamalarımla kahvaltı etmek, bacaklarımı uzatıp kitap okumak, canım isterse plaja gitmek, istediğim zaman yemek yemek istedim. Tatil gerçekten de istediğim gibi geçti; dinlendik, bol bol kitap okuduk, güneşlendik... Denize de girmeye çalıştık ama... suyu o kadar soğuk ki, her zaman cesaretimizi toplayamadık doğrusu. Ben hayatımda daha soğuk bir denize girdiğimi hatırlamıyorum, Ayvalık yanında sıcak kalıyor, o kadar yani.... Bir de rüzgarı çok meşhur Çandarlı’nın.... Çok şiddettli esiyor, ama her nedense insanı çarpıp serseme çevirmiyor...

Çandarlı’yı seçmemin bir diğer nedeni de çok sevdiğim bir arkadaşımın orada olması ve uzun zamandır ayrı şehirlerde olduğumuz için birlikte zaman geçiremeyişimizdi. Yani bir taşla iki kuş misali...;-) Tatile tatlişkomla yani yeğenimle beraber çıktık, ikinci hafta ablam ve eniştem de bize katıldılar. Onlar gelince biraz civarı da gezdik; Dikili’ye, Bergama’ya gittik. İki haftanın sonunda ben istanbul’a döndüm, onlarda tatillerine devam etmek için Altınoluk’a geçtiler... Zaten ne olduysa onlar gittikten sonra oldu :-(

Ben, üzerinize afiyet, biraz sakarımdır... ablam da bunu bildiğinden içine doğmuş olacak, Çandarlı’dan ayrılırken arkadaşıma sıkı sıkı tembih etti; “ bak, bizim kız sana emanet, ona göre” diye... Tatlişkom da “aman dışardayken elini tut!” diye dalga geçti.... Şimdi siz sanacaksınız ki, ben bir kaç gün daha orada kalmaya devam edeceğim.... hayır, onlar sabah Altınoluk için yola çıktılar ben de, akşam İstanbul’a döneceğim... Yani bu tembihler 10-12 saat için ;-) Kahvaltımızı ettik, "son kez plaja inelim bari" deyip hazırlandık. Plaja biraz yürüme mesafesinde olduğumuzdan atladık arabaya çıktık yola. Çandarlı merkeze geldiğimizde, Birsoş “sen biraz arabada bekle, biz kontör alıp hemen geliyoruz” dedi... Bir süre, arabada bekledim ama, sıcaktan bunalıp indim arabadan.. Arabanın yanında beklemeye başladım... ve derken birden ayağımın üzerinde bir sıcaklık. Aaaa, ayağıma kuş pislemiş.... "Hmmm, günlerden Cuma, sayısal loto Cumartesi çekiliyor .....Bu, bu... bu bir işaret olmalı!" diye düşünüp hemen karşıdaki dükkana yakınlarda sayısal loto oynayacağım bir yer olup olmadığını sordum... Çandarlı’da tek bir yer varmış, ve o da 5m ötemdeymiş. “İşte şuradaki kırtasiye” demez mi... “Ay kesin bana çıkacak, bu da başka bir işaret olmalı” deyip, hemen kırtasiyeye doğru ilerledim. Kırtasiyeye yüksekçe bir basamakla çıkılıyor, içerisi de biraz loş... Gözlüklerimi çıkardım, kuponumu aldım, başladım karalamaya.. Sonra kuponumu yatırdım, gözlüklerimi taktım ve kırtasiyenin dışına bir adım atmamla, kendimi yolun ortasına kapaklanmış olarak bulmam bir oldu... Sen kırtasiyeye girerken çıktığın basamağı unut, gözlük takmaya konsantre olmuşken atılan kocaman bir adımla kendini yerde bul,  iyi mi! Eee, değil tabi ki.. İki tane tırnağım çok feci ve derin bir şekilde kırılmış  ve kanıyor ve ilave olarak her iki dizim birden sıyrılmış ve kanıyor...  Küçük yerlerde insanlar daha insancıl oluyor; hemen yardımıma geldiler, yakınlardaki bir çeşmede dizlerimi yıkadık, sonra hemen bir eczaneye gittik pansuman için. Pansuman yapılırken Birsoş’a dedim ki, "ben de kendimi biliyorsam, bana çıksa çıksa şu merhemin parası çıkar..." Fakat kendimi sandığım kadar iyi bilmiyor muşum;  o bile çıkmadı...

Tatilimin son gününü talih-siz bir kuş gibi oturarak geçirdim ve yazın geri kalan kısmında dizimdeki yaranın geçmesini bekledim... Tatlişkom ve ablam Birsoş’a elimi tutmadığı için telefonda sitem ettiler... Birsoş’da “ ya valla 2 dakikalığına yalnız bıraktım, ne bileyim böyle olacağını” diye kendini savundu... İyice maskara oldum yani... O zamandan beri sayısal oynamıyorum :-)

Bu yazının anafikri:  Bir gün üzerinize kuş pislerse, önce kuşun güvercin olduğundan emin olun; çünkü kılavuzu karga olanın başına neler geldiği malum... ;-) Eğer kuş güvercinse ve siz de illa şansınızı denemek istiyorsanız, sayısal loto yerine milli piyango alın, belki size çıkabilir ;-)

Komplo Teorisyeni Rüyalar

Ben ülkemi severim. “Türküm” demek beni "mutlu" eder, ama aşırı milliyetçi değilimdir. İnsanların da, benimle aynı milliyetten olanlarını değil “iyi” olanlarını severim. Her milletin iyisi ve kötüsü olduğuna inanırım ve kötü olanlarla aynı milliyeti paylaşıyor olmak onlara daha toleranslı bakmama neden olmaz.

Ben Atatürk’ü severim. Bugün Türk Kadını peçelerin arkasından bakmıyorsa dünyaya, onun sayesindedir. Bize yol gösteren ve gösterecek bir çok da güzel söz söylemiştir. Bunlardan iki tanesi konumuzla ilgili: “Bütün ümidim gençliktedir.” demiş ve Cumhuriyeti Türk Gençliğine emanet etmiştir. Ayrıca Türkiye’ye her zaman tam bağımsızlığı öğütlemiş ve “Bağımsızlık benim karekterimdir” demiştir.


Ben sık rüya görürüm, gördüğüm bazı rüyalar da çok ilginçtir. Komplo teorisi tarzındadır bu rüyalar. Rüylar tuhaf şeylerdir, birbiriyle alakasız bir çok şey bir araya gelir rüyalarda. Son günlerde hemen her yerde “domuz gribi” tartışmaları yapıldığından olsa gerek, macera filmi tadında ve kabus kategorisinde çok ilginç bir rüya gördüm geçenlerde.... Gündüz niyetine anlatayım ;-)

Türkiye’nin üzerinde çok ilginç oyunlar oynanıyormuş. Halk çok uzunca bir zamadır aşağılanmış, küçümsenmiş, sindirilmiş, planlı bir şekilde önce bir aşağılık kompleksi pompalanmış, sonra da ahlaki değerler bir bir çökertilmiş. Türk dili yozlaşmış, televizyon kanalları aracılığıyla halk olanı biteni “izlemeye” alıştırılmış ve düşünüp sorgulamaya üşenir olmuş... Yarışma programlarında bile düşünmeye gerek yokmuş artık... Zaten bilgili olmak da gerekmiyormuş kazanmak için. Sonra da ulusal bilinç yokedilmeye başlanmış. Koca bir imparatorluğun torunu olan ve yüzyıllardır birlikte yaşayan 72 milletten halk ayrışmaya başlamış... Kahraman bir ulusun torunu olma duygusu soykırımcı bir ulusun torunu olma ihtimaliyle gölgelenmiş, insanlar iyiden iyiye öz güvenlerini kaybetmeye başlamışlar.... Halkın büyük kısmı açlık sınırında olduğundan, sadaka almayı benimsemeye başlamış hatta birbirini ezer olmuş sadaka dağıtılırken.
Ülkenin üzerinde bu oyunlar oynanırken, bu planları yapanlar hala rahat değillermiş... Eee ne de olsa “Hasta Adam” denilen Osmanlı’dan da ümit kesilmiş, zafer ilan edilmişken, nasıl olduğu hala anlaşılamayan bir şekilde, Türk Ulusu bağımsızlığın karekteri olduğunu bundan senelerce önce göstermiş “Kurtuluş” savaşında...
Senelerce süren oyunlar sayesinde Türkiye parçalanmaya ve bölünmüye hazır hale gelmiş gelmesine ama... bu planları yapanlar işlerini bu kez sağlama alma konusunda kararlıymışlar ve çıkabilecek tüm aksilikleri önceden planlamak istemişler... Bu kez tarih tekrar etmemeli o yüzden tüm önlemler alınmalıymış. O yüzden Atatürk’ün sözlerini tekrar tekrar incelemişler, nerede aksilik çıkabilir diye anlamaya çalışmışlar. Sonuçta “Cumhuriyeti” koruyacak olanların “Türk Gençliği” olduğu anlaşılmış...... “Peki” diye düşünmüş bu planları yapanlar, “nasıl yaparız da, Türk Gençliğini tamamen etkisiz hale getiririz?”

Önce kan tahlili yapalım, anlayalım demişler... Bir bahaneyle milyonlarca Türkün kanı alınmış, incelenmiş. Ama yüzyıllardır 3 kıtada yaşayan ve bir sürü başka milletle karışa karışa evrilen bu halkın yapısı o kadar karmaşıkmış ki işin içinden çıkılamamış bir türlü....
Bu arada başka bir grup insan dünya ilaç pazarının nasıl büyütüleceğinin hesabını yapmaktaymış. Çok parlak bir fikir bulunmuş; Domuz giribi! Demişler ki, “laboratuar ortamında bir virüs üretelim, sonra bu virüsün aşısını piyasaya sürelim. Bunu pazarlayarak yılda 40 milyar dolar kazanalım, ayrıca test aşamasını bazı 3. dünya ülkelerinde yapalım ki, aşının toplam maliyeti azalsın...”
Bu parlak fikir, Türkiye’nin geleceği üzerinde fikirler üreten bir grup insana ilham vermiş... “Super, önce halkta bir korku yaratalım, sonra bu aşıyı ülkeye getirip, 25 yaşın altındaki herkese yapalım, hem de bedava yapalım ki, aşılanmadık kimse kalmasın” diye düşünmüşler. Yan etkileri tam olarak bilinmeyen (Belki de biliniyordur..) bu aşıyla “Türk Gençliğini tamamen “hasta adam” yaparsak, ileride ayağımıza dolaşmaları ihtimalini de ortadan kaldırmış oluruz. İnsanlara da “aşı için öncelikli grup 25 yaş altı deriz", halk nasıl olsa “ Bu virüs 24 yaş üstüne bulaşmıyor mu?” diye sormaz.... Sorsa da takan kim" derken... kan ter içinde uyandım... “Çok şükür rüyaymış” dedim... “hem aşı bu... nasıl olur da insanları etkisiz hale getirme ihtimali olur ki?” dedim... “Üstüm açık kaldı herhalde” dedim...

Sonra yakın zamanda Sami Irkı ile ilgili okuduğum bir yazı geldi aklıma; İskandinavya'nın asıl sahibi olan Sami köylülerinin İsveç'te bilinçli olarak kısırlaştırıldığı iddia ediliyordu bu yazıda. Artık çocuk sahibi olamadıkları için bugün dünyada sadece 50.000 Sami kalmış. Herhalde bu okuduğum yazı, domuz gribi aşısının 25 yaş altına yapılacağı haberleriyle birleşince böyle bir çıkarım yaptı bilinçaltım...

Her neyse, grip olanlara geçmiş olsun diyorum ve doktorunuza danışmanızı öneriyorum. Siz benim rüyalarıma aldırmayın!

Ve bir de Yüce Atamızın bir başka sözünü hatırlatmak istiyorum: Uğrunda yaşanacak ve ölünecek tek bir gaye vardır ki, o da mütecanis (homojen) ve müstakil (bağımsız) bir Türkiye’dir.

Bu yazının anafikri: Çernobil sonrası gözümüzün içine bakarak içilen çayları unutmayalım. Türk Gençliği, uyanık ol ki, Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar olsun (sonsuza kadar yaşasın) !

Not. Atatürk fotoğrafı Yeniköy Parkından.

Zagrep, Hırvatistan - 2

Zagrep’ten bahsetmişken anlatamadan geçemeyeceğim bir olay geldi aklıma, ama "bunu ikinci bölüm yapayım bari" dedim... Ve birkaç artistik Zagrep resmini de bu yazı için sakladım... Buyrun, burada işte ;-)



Beni tanıyan arkadaşlarım bilirler, gittiğim ülkelerde genelde, turist muamelesi görmem. Genelde beni oranın yerlisi sanıp, ya yol sorarlar ya da saat. Mısır, Lübnan, Fas, İtalya, Fransa, İsrail, İspanya vs. anlaşılabilir, çünkü az çok benzerlik vardır bu ülke insanlarıyla aramızda... Ama bunun Polonya, Rusya gibi ülkelerde de olması şaşırtmıştı beni doğrusu... Ya çok enternasyonel bir halim var, ya da yolda “buralar benim” edasıyla yürüyorum farkında olmadan galiba ;-) Herneyse, Hırvatistan da farklı olmadı... Uçakta yanyana oturduğumuz iki Türk ile tanıştık, ama onlar benim Türk olduğumu hostesle konuşunca anlamışlar :-) Bir tanesi uçaktan korkuyormuş, zaten sesi soluğu kesilmiş ama diğeri hem komik hem de çok konuşkandı... Turizm sektöründe çalışıyorlarmış, "Eee madem ölü sezon, bizim Türkiye’ye gelen turistlerden neyimiz eksik" deyip yurt dışına çıkmaya karar vermişler.. Hırvatistan hem yakın olduğundan hem de vize istemediğinden - bir de kızları güzel diye duymuşlar ;-) atlamışlar uçağa. Ama gördüğüm en gözü kara turistlerdi doğrusu;  ilk kez yurtdışına çıkıyorlar, biri hiç İngilizce bilmiyor, diğeri kendisini kurtaracak kadar... otel rezervasyonu filan yaptırmamışlar, nerede kalınır, nereye gidilir bilmiyorlar ve araştırmamışlar da... "Gidince buluruz bir yer nasılsa" deyip çıkmışlar yola... Bana sordular “Havalanından şehir merkezine nasıl gideriz?” diye... Benim de ilk gidişim olduğundan bilmiyorum tabi... Ama baktım iyi insanlara benziyorlar, “Bilmiyorum ama, ben taksiye bineceğim, otelim merkeze yakın... yolumun üstünde bırakırım isterseniz, oradan aramaya başlarsınız” dedim.. Öyle de yaptılar... Vedalaşıp, iyi şanslar, iyi tatiller dileyip ayrıldık.



İkinci günün sonunda, işlerim bittikten sonra Ban Jelacic meydanında dolaşmaya çıkmıştım... Bir kafenin önünden geçerken baktım içerden birileri el sallıyor bana.... Bizim gözü kara turistler uygun fiyatlı bir hostel bulmuşlar, yerleşmişler, şehir küçük olduğundan gezilecek her yeri bitirmişler, gece hayatını bile öğrenmişler... oturmuş kahve içiyorlar... Neyse oturdum ben de yanlarına. Soğuktan donmuştum zaten, sıcak bir kahve tam da ilaç gibi gelecekti... Gezip gördüğümüz yerleri karşılaştırdık “Siz nerelere gittiniz?” “Sen burayı gördün mü?” filan diye konuşurken, içeriye birisi girdi...Koyu renk montunun altında kırmızı bir futbol forması var ve Türk Milli takımı formasına benziyor gibi.. Hemen arkamızda kalabalık bir grup vardı, onların yanına oturdu, montunu çıkardı.... eee gerçekten bizim milli takım forması bu... “Yoksa bir Türk daha mı?” dedik... Bir süre sonra iyice merak ettik ve “bari birimiz gidip, anlayalım” diye karar verdik. İngilizcesi az, girişkenliği çok olan turistimiz gitti milli formalı olanın yanına... ve başladılar şakır şakır konuşmaya... “Tamam işte, bu da Türk” dedik... ama yanılmışız ... Biraz sonra bizi de yanlarına çağırdılar... ve anladık ki, konuştuğumuz kişi aslında Türkçe bilen bir Hırvat üniversite öğrencisi... Seçmeli ders olarak Türk Dili okuyormuş meğer ve o yaz Türkçesini ilerletmek için İstanbul'a gelmiş... formayı da o zaman almış...



Bizim anadilimizi öğrenmeye çalışan biriyle karşılaşmak çok güzel bir duygu gerçekten... Daha önce de Türkçe bilen bir çok yabancıyla karşılaştım ama, onların hep birtakım mecburiyetleri vardı... Ya burada çalışıyorlar yada bir Türk ile evliler filan... Ama bu çocuk, bir mecburiyeti olmadan özgür bir seçimle dilimizi öğreniyor ve konuşuyor... Acaba bizde Hırvatçayı seçmeli ders olarak veren bir üniversite var mıdır diye merak ettim doğrusu... Ve de Hırvatistan’daki bir üniversitedeki bu Türk dili bölümü kimbilir ne kadar kalıcı olur... Zamanında Finlandiya’da Fince ile Türkçe arasındaki büyük benzerlikler ortaya çıkarıldıktan sonra (Her iki dil de Ural-Altay dil kökenindendir) Helsinki Üniversitesindeki Türk Dili bölümünün adının (AB yasalarına uyum çerçevesinde) Orta Asya dilleri olarak değiştirildiğini okumuştum biryerlerde... Umarım benzer bir uygulama Hırvatistan’a da sıçramaz onlar da AB ye girince.... Hep birlikte göreceğiz.

Bu yazının anafikri: Dünyanın neresine giderseniz gidin, mutlaka bir Türk yada Türkçe bilen biriyle karşılaşırsınız. Bu tecrübeyle sabittir ve insanın yüzünü güldüren bir şeydir :-)







Zagrep, Hırvatistan - 1

Hırvatistan, vize almadan gidebileceğimiz nadide Avrupa ülkelerindendir. Sadece bir kere, o da birkaç günlüğüne gitmiş olmama rağmen, beni etkileyen şehirlerden birisidir küçük, güzel Zagrep. Ve o şehirden aklımda en canlı olarak şu üç şey kalmıştır; tramvay, çatılar ve sıcak şarap...



2006 yılının Aralık ayıydı ve Noel’e 8-9 gün vardı... 2007 yi karşılamaya hazırlanıyordu Zagrep... O yüzden her yer ışıl ışıl süslenmişti... Hava çok soğuktu ama en azından yağmur yada kar yoktu... Özellikle Jelacic meydanı bir harikaydı... her yer süslenmiş, koskaca bir çam ağacı, ışıklar, Noel baba kostümlü satıcılar... Zaten Aralık başında başlarmış kutlamalar. Akşamları meydanda konserler, gündüzleri çocuklar için gösteriler... Arka planda hep Noel şarkıları, her yerde müzik var... İnsanlar mutlu ve gülümsüyor... Kuru soğuğa rağmen sokaklar akşamları bile cıvıl cıvıl... İnsanlar ellerinde sıcak şarapları ve eldivenleri keyifle sohbet edip gülüyor... Bu manzara bana bir kere daha milletlerin alışkanlıklarının ne kadar farklı olabileceğini gösterdi; Bizler hava çok soğuk olduğunda kapalı mekanlara girer, oturup sıcak çay yada sahlep içeriz... Hırvatlarsa, meydana kurulan büfelerin etrafında toplaşıp, açık havada ve ayakta sıcak şarap içiyorlar... :-) Görünüş olarak bize benzeseler de alışkanlıklarımız taban tabana zıt olabiliyor demek ki...



Şehir oldukça küçük ama son derece temiz ve düzenli... neredeyse dakikada bir tramvay geçiyor.. ama ona bile binmeye gerek yok aslında, tamamen yürüyerek önemli her yeri görmek mümkün... Gel gör ki, içinden tramvay geçmeyen bir fotoğraf çekebilmek oldukça zor ;-)


Şehrin merkezi Ban Jelacic (Yelaçiç diye okunuyor) meydanı. Ve meydana adını veren Vali Jelacic’in at üzerinde, kılıcı havada bir de heykeli var. Zagrep’i Macarlardan kurtaran bir halk kahramanıymış Jelacic. Bu meydandaki sokaklardan birinden çok güzel bir çiçek pazarına giriliyor. Noel yaklaştığı için bir çok ağaç süsü, mumlar ve kapı süsleri satılıyordu... Sonra taze ve kuru çiçekler geliyor... ve bu sokağın sonundaki taş merdivenlerden Dolac Pazarına çıkılıyor. Burası benim dışardan katlı otoparka benzettiğim içerde her türlü meyve, sebze, et, peynir, şarap, hediyelik eşya vs. bulunabilecek dükkanların ve tezgahların bulunduğu güzel bir pazaryeri. Meydan gibi burası da canlı ve cıvıl cıvıl. Öğle yemeği yada kahve molası vermek için güzel cafeler de var, öyle sıradan sebze pazarları gibi değil yani...



Zagrep, yukarı ve aşağı şehir (gornji grad – donji grad) olarak ikiye ayrılmış ve eğer yürümek istemezseniz yukarıdan aşağıya bir çeşit raylı asansör diyebileceğimiz finüküler ile çıkabiliyorsunuz. Şimdi İstanbul’da da var bundan, Taksim-Kabataş arasında... Yukarı şehirdeki Kaptol bölgesinde bir çok tarihi eser var. Zagrep Katedrali bunlardan biri ve boyları 100m yi aşan iki kulesi şehrin heryerinden görünüyor. Katedralin tam önünde altın renkli Dört Melek ve Meryem Ana sütunu var.
 


Bunun hemen yanına Noel e uygun olarak minyatür bir “Betlehem” yani bizim bildiğimiz adıyla "Beytüllahim" inşa etmişler. Batı Şeria’da bulunan Beytüllahim’in Isa’nın doğduğu şehir olduğuna inanılıyor. Hz. İsa doğarken, Beytüllahim şehrinin üzerine çok parlak bir yıldız doğduğuna inanılıyor ve buna Betlehem Yıldızı deniyor. Bu parlak yıldız muammasını astronomlar hala tatmin edici bir şekilde açıklayamamışlar; Venüs ve Jüpiterin aynı hizaya geldiğinde tek bir yıldız gibi algılanmasından kaynaklanmış olabilir diyenleri var. Hatta bu teoriye göre Hz. İsa'nın Aralık değil, Haizran doğumlu olması gerektiği iddia edilmişti bir kaç sene önce... Her neyse,  Noel’de çam ağaçlarının en tepesine konan büyük parlak yıldız, işte bu olayı yani Betlehem Yıldızını simgeliyormuş.




Yukarı şehrin orjinal girişi ise Kamenita Vrata’dan (Taş Geçit). Bu geçitin içinde duvarında Meryem Ana ve bebek İsanın resminin olduğu küçük bir şapel var... Anlatılana göre, bu resim tahta çerçevesinin tamamen yandığı bir yangından hiç hasar görmeden kurtulmuş. O nedenle mucizevi olduğuna inanılan bu resmin önünde ve geçitin diğer uygun yerlerinde, mumlar ve çiçeklerin arasında diz çöküp dua ediyor bir çok insan.




Olur da nerede olduğunuzu unutursanız, St. Mark Kilisesi bunu size hemen hatırlatabilir. 13yy. dan kalma bu kilisenin çatısı Hırvat bayrağını andıran bir şekilde seramiklerle kaplı ve başka bir benzeri yokmuş. Kırmızı, beyaz ve mavi damalı zemin üzerinde iki adet hanedanlık arması var. Bunlardan sağdaki Zagrep’i soldaki ise Hırvatistan, Slovenya (ki Osmalı’dan alınmış) ve Dalmaçya Üçlü Krallığını temsil ediyormuş. İşin içine Almanlar ve Avusturya’lılar da karışmış, çünkü o zaman Hırvatistan Krallığı aslında Avusturya Krallığına bağlı bir alt krallıkmış... eee sonra o da Avusturya- Macaristan İmparatorluğu olmuştu zaten ;-) Yani karışık işler bunlar, ama özetle çatı ilginç ve güzel :-)

Bu arada Zagrep’i çatılarıyla hatırlamama neden olan St. Mark Kilisesi değil, Lotrçak (Hırsız) Kulesi. Bir zamanlar amacı hırsızlara karşı şehri korumak olan bu kule, şimdi harika bir şehir manzarası sunuyor.... Çatıların göründüğü fotoğrafları çekmek için en uygun yerlerden biri :-)
Çok uzun süreli kalışlar için sıkıcı gelebilir, ama fırsat bulursanız gitmenizi tavsiye ederim... Hatta iyi eldivenleriniz ve ayaklarınızı sıcak tutacak çoraplarınız varsa, Noel zamanı gidin ve şehri Noel şarkıları eşliğinde gezin derim :-)

Daha çok Zagrep resmine web albümünden ulaşabilirsiniz. (Yolculuktan Kareler'deki fotolara tıklayarak web albümüne ulaşabilirsiniz.



Super Kahramanlar Gerçek Olsaydı...

Bu yazı İklim Değişikliği - Blog Action Day 2009'a destek vermek için yazılmıştır.

--------           

Çizgi roman okur muydunuz çocukkken? Ben okurdum. Kovboy hayatı çok ilgimi çekmediğinden Teksas, Tommiks’e düşkün değildim pek. Ama kardeşimin Örümcek Adam, Mandrake ve Superman’lerini çok severek okurdum.


Bu super kahraman hikayelerinde genelde bir ortak tema vardır. Super Kahramanımızın yolu bir şekilde çılgın bir bilim adamıyla kesişir. Bu bilim adamı insanlık için çok önemli bir keşif yapmak üzeredir... ama mutlaka kötü adamlar bir şekilde bu durumdan haberdar olur, bu keşiften çok büyük paralar yada çok büyük güç kazanmanın planlarını yaparlar.. Tehditle, teşvikle, (ki bu bol miktarda para olur genelde) şantajla yada hiç olmadı bilim adamının ruhunu ele geçirerek, bu formülü alıp kendilerine güç kazandıracak fakat insanlığın zararına olacak şekilde kullanmaya yeltenirler. Tam herşey bitti derken super kahramanımız ve onun super güçleri devreye girer, kötü adamlar alt edilir, dünyamız ve insanlık böylece kurtarılmış olurdu...

Bu noktadan hareketle, dünyamızın bu gün içinde bulunduğu bir çok sorunun nedeninin super kahramanların gerçek olmayışından kaynaklandığını düşünüyorum. ;-) .... Çünkü; Bilim insanları yüzlerce güzel buluşa imza atıyor ama bunların dünyamıza zarar verecek formüllere dönüşmesine engel olunamıyor... Atomu parçalayablecek teknoloji geliştiriliyor, ama bu keşfin “bomba” olarak değerlendirilmesine (!) engel olabilecek bir kahraman çıkmıyor... Madam Curie tıp dünyası için çok önemli olan Radyum’u keşfediyor, ama yaşadığımız ortamları radyasyondan arındıracak super kahramanlar çıkmıyor... Biliminsanları artık önceki keşiflerinin insanlara verdiği zararı daha aza indirgeyecek formüller üretmeye çalışmakla uğraşıyor, ama her yeni keşif bizi biraz daha hasta ediyor... İnsanoğlunun bilim aşkı ozonu deliyor, atmosfere salınımı engellenemeyen sera gazları küresel ısınmayı hızlandırmaya devam ediyor, buzullar eriyor, iklimler değişiyor.... ama super kahramanlar bir türlü yardımımıza gelmiyor...

Ben bilimin insanlığın sedece ve sadece yararına kullanılmasının mümkün olduğuna inananlardanım. Ama bunun ucuz bir yolunun olmadığını da biliyorum. Zaten hep o “daha ucuz yöntem arayışları” dünyamızı bu hale getirmedi mi? Ne demişler “Pahalıdır vardır nimeti... ucuzdur vardır illeti...”

Eeeee peki bu durumda ne yapacağız? Bir super kahramanın gelip bizi kurtarmasını beklemeye devam mı edeceğiz? Tabi ki hayır! Bence her birimiz küçük birer super kahraman olmalıyız önce, sonra da gölgelerin gücü adına Voltran’ı oluşturmalıyız.... :-)

İnsanlığın çevreye verdiği zararı azaltabiliriz; bilinçli olalım, öğrenelim, öğretelim ve yaşadığımız çevreye karşı duyarlı olalım!

Unutmayın Voltran Evrenin Savunucusu’dur. :-)

Bu yazının ana fikri: Birlikten kuvvet doğar, asla benim küçük katkım neyi değiştirir ki demeyin!

Blog Action Day - İklim Değişikliği



Bugün  Blog Action Day. Dünyanın 130 ülkesinden 7000 i aşkın blog yazarı bugün sayfalarında iklim değişkilinden bahsedecekler.  Dünyadaki iklim değişikliği, kuraklık, seller, tayfunlar ve sonunda bir çok insanın ölümü yada yerinden yurdundan olmasıyla sonuçlanan felaketlere neden oluyor... Bu hareketin amacı Aralık ayında Danimarka'da yapılacak olan toplantılardan sürdürülebilir iklim politakaları çıkması için bir nevi baskı oluşturmak.

Ben de "Super Kahramanlar Gerçek Olsaydı" isimli yazımı işte bu harekete destek vermek için yazdım....

Uçaklar ve Yolculuklar

Yurtdışına ilk çıktığım zamanı hatırlıyorum; o zamanlar uçakların arka koltuklarında sigara içilebiliniyordu, henüz erkek kabin görevlisi yoktu, tüm hostesler güzeldi ve uçak yere indiğinde (eğer iyi bir iniş olmuşsa) tüm yolcular pilotu alkışlayarak takdirlerini bildirilerdi... :-)


Londra’ya gidiyordum ve o kadar heyecanlıydım ki! Bu aynı zamanda uçağa da ilk binişim olacaktı. Havaalanına 2,5 saat önceden gitmiştim ne olur ne olmaz diye... eee o zaman ucuz bilet diye bir kavram yok, ateş pahası uçak biletleri. Evden ayrılmadan önce tekrar tekrar çantamı kontrol etmiştim, biletim ve pasaportum yerinde mi diye... Hatta itiraf ediyorum vizemi bile kontrol etmiştim, artık ne olmasından korkuyorsam :-) Tedbir işte... mutlaka bir aksilik çıkacağından endişe etmek belki de... Ama seneler geçip, uçak yolcukluklarının sayısı artık 3 haneli rakamlara çıkınca, ne bu ekstra önlemlerden ne de endişeden bir iz kalıyor. İnsan birşeyi çok kereler yapınca bir çeşit körlük ve ilgisizlik geliyor... Uçağa binmek otobüse binmekten farksız oluyor ve arasıra biletsiz kalmak da normal oluyor bu durumda... İşte o noktadan sonra hatalar yapılmaya başlanıyor... Neler yapmadım ki;

Bir kere Ankara, bir kere de Kiev uçağını kaçırdım, her ikisini de zararsız ziyansız telafi ettim. Bir keresinde pasaportumu evde unuttuğumu havaalanında farkettim, sağolsun kardeşim yetiştirdi... Bir keresinde polis kontrolüne yurtdışı çıkış harcımı yatırmadan gittim, polis farkedince geri dönüp tekrar sıraya girmek zorunda kaldım.. Bir keresinde Kahire’ye giderken, yine her zaman bindiğim sabah uçağına bineceğimi sanarak havaalanına gitmem gerekenden 4 saat önceden gittim... Sayısız kereler uçağı “neredeyse” kaçırdım... Astana’da valizim kayboldu, -20 derecede ödünç kıyafetlerle denetim yaptım... Airbus ile de uçtum, pervaneli ATR ile de... Uçağa ilk binen de oldum, son binen de. 1A da da oturdum, en arka koltukta tuvaletlerin yanında da... ve (bilenler bilir) kokpitte bile seyahat etmişliğim vardır ;-) Hatta bir Sultan Air vardı eskiden, o uçakta emniyet kemerim daha bağlamaya çalışırken kopmuş, hostes de ilgisiz bir ifadeyle “önemli değil yan koltuğa geçebilirsiniz” demişti... Yani onlara göre çok sıradan bir olaydı bu, benim yaşadığım korkuyu siz düşünün artık... İşte tüm bunları yaşamışken ve uçak seyahatleriyle ilgili yaşayabileceğim her türlü saçmalığı ve komediyi yaşamış olduğumu düşünürken.... Johanesburg-Cape Town arası seyahat geldi ikinci Güney Afrika seyahatimde;

Jo’burg’dan 3 kişi 2 saat mesafedeki Cape Town’a gidiyorduk. Biletlerimiz mümkün olan en ucuz bilet olarak alındığından “1 time -1 sefer” adında bir havayolu ile seyahat edecektik. 50 kişilik filan küçük bir uçaktı bu... Koltuklarımıza yerleştik, kemerlerimizi bağladık, hostesler rutin eğitimi tekrarladılar... kalkışa hazırız.... derken bir anons: “uçaktaki bir arıza nedeniyle, uçağı boşaltmamız gerekiyor” Hepimiz sessiz bir şekilde ve arızanın kalkmadan önce farkedilmiş olmasına şükrederek, indik uçaktan ve iniş kapısı önünde beklemeye başladık. Birazdan bir görevli gelerek yeni bir uçağın hazırlandığını ve biniş için 14 numaralı kapıya gitmemiz gerektiğini söyledi. Şikayet etmeden, güle oynaya gidip, beklemeye başladık. 20 dakika sonra bir anons: “ Uçuş kapınız 18 olarak değişmiştir” – Peki, olabilir, oraya gideriz o zaman... Gittik, ve bir süre sonra boarding başladı. Uçağa bindik, yerlerimize oturduk, kemerlerimizi bağladık, hostesler rutin eğitimi tekrarladılar... kalkışa hazırız.... derken bir anons: “uçağın maksimum ağırlık sınırını aşmış olmamız nedeniyle, kalkış izni verilmiyor ve uçağı boşaltmamız gerekiyor”.... Bu kez bir nümayiştir başladı... Nasıl yani? Bunu önceden hesaplayamazlar mı? Nasıl böyle bir hata yaparlar? Dalga mı geçiyorlar, işi mi bilmiyorlar? (sonra tartışarak varılan sonuç, ikinci uçağın yakıt deposunun birinciye göre daha dolu olduğu yönündeydi...)


Bu kez sinirler bozulmuştu artık ... İndik ve beklemeye başladık, artık bir açıklama da yapılmıyordu. Yolcuların neredeyse yarısı artık bu havayoluyla uçmak istemediklerini söyleyip, biletlerini iade etmeye çalışıyorlardı.. Bir süre sonra, Cape Town'dan gelecek uçağı bekleyeceğimizi anons ettiler.... Ama kimse ne zaman kalkacağımıza dair bir bilgi veremiyordu...

Uzunca bir bekleyiş ve havayolunun ikramı 1 adet hamburger ve koladan sonra, güzel bir Airbus ile  6 saat gecikmeli olarak da olsa Cape Town’a vardık... Nihayet uçaktan inerken herkes rahatlamış ve neşeliydi.. ve hepimiz havayolu şirketinin adının “1time” dan “3rd time” a çevrilmesi gerektiği konusunda fikir birliğine varmıştık :-)

Bu yazının ana fikri: Asla her şeyi yaşadığını düşünme... hayat hep yeni sürprizler sunar sana ;-)

Güney Afrika - 3

Pilanesberg’de Safari



G. Afrika’da safari için gidilecek en iyi ve en büyük yer Kruger Park. Ama orası için 3-4 gün ayırmak gerekiyor. Bizim o kadar vaktimiz olmadığından yapabileceğimizin en iyisini yaptık ve Pilanesberg’e gittik :-) Aslında bu ilk safarim olmayacaktı; daha önce de Cape Town yakınlarında bir safari parkına (Inverdorn) gitmiştim. Ama oradaki hayvanlara dışardan yem takviyesi yapılıyordu, çok yıkıcı olduklarından hiç fil yoktu ve aslanlar diğer hayvanlara zarar vermemeleri için ayrı bir alanda tutuluyorlardı.

Eeee, peki ne vardı derseniz, bir çok diğer hayvan ama en önemlisi zürafalarla yürüyüş vardı :-) Zürafalar otçul ve insanlara zarar vermiyorlar bu yüzden onlarla yan yana yürüyebiliyorsunuz.... Muhteşem bir özgürlük hissi veriyor bu insana... Bu arada etrafta zebra yada kudu ( bir çeşit ceylan) olsa bile onlar da bizden korkup kaçıyor...
Neyse Pilanesburg Inverdorn gibi değil, tamamen vahşi bir hayat yaşıyor hayvanlar. Ve onları görmek için erken kalkmak gerekiyor, çünkü öğlene doğru hava ısınınca, uyumaya çekliyorlar ve onları görebilmek mümkün değil. Herhalde 5:30 da yatmışlığım, 5:30 da kalkmışlığımdan daha çoktur; ama o sabah 5:30 da yola çıkmak için hazırdım. Zaten kaldığımız otelden 10 dakika sürüyor Pilanesberg. Park girişinde isimlerimiz alınıyor, ve her türlü sorumluluğu kabul ettiğimize dair bir belge imzalatılıyor. “Aracınızdan inerseniz sorumluluk size ait” diye uyarıyorlar. En azından içerde olduğumuzu biliyorlar, “en kötü ihtimalle akşam bizi aramaya birileri gelir” diye düşünerek rahatlatıyorum kendimi. Ve “Big 5- büyük beşli” yi görme umuduyla giriyoruz parktan içeri. Big 5 nedir derseniz; 5 büyük safari hayvanı için kullanılıyor bu terim. Ama “büyük” sıfatını ebatlarından dolayı değil, saldırganlıklarından ve yakalanmalarının zor oluşundan alıyorlar. Bunlar; Fil, Gergedan, Aslan, Leopar (bazı bölgelerde çita) ve Bufalo. Saldırganlığı da şöyle açıklıyorlar; bu hayvanlardan biri sizi uzaktan gördüğünde tamamen saldırmak amacıyla size doğru gelebilirler. Oysa diğer bir çok hayvan insan gördüğünde tam aksini yapıp, kaçar. Yani bunlar saldırganlıkta ilk 5 e giren safari hayvanları :-)
Bir süre yol aldıktan sonra , asfalt yol bitiyor ve toprak yol başlıyor. Altımızda normal şartlarda harika diyebileceğimiz spor bir mercedes var - acenta upgrade yapmış :) ama safari için aslında yerden yüksek bir araba gerekiyor... ama biz şikayetçi değiliz yine de ;-)

Toprak yola girdikten kısa süre sonra sonra filleri görmeye başlıyoruz bile... Yol kenarında ağaç dallarındaki yaprakları yiyorlar. Bunlar Uzakdoğu da gördüklerimden farklı. Daha sağlıklı ve daha koyu renkli Afrika filleri... ve de çok daha büyükler. Yetişkinlerin boyları 3m. civarında, ağırlıkları da cinsiyetlerine göre 3-5 ton arasında değişiyormuş... (Uzakdoğudakiler 2 ton civarında) Yani inanılmaz büyük bunlar... Çekebildiğimiz kadar fotoğraf çekiyoruz, eğer güvende olduğumuzu düşünürsek arabanın camını açarak yapıyoruz bunu, ve hayvanları ürkütmemek / kızdırmamak için eğer yakınımızdalarsa mutlaka arabayı stop ediyoruz. Camı açtığımızda doğanın sesini de duyabiliyoruz. Bu bazen ürkütücü oluyor, çakal sesleri fil seslerine karışıyor, bu da bir çaresizlik duygusu uyandırıyor insanda...


Fillerden sonra gergedanları da görmeye başlıyoruz. İki çeşit gergedan var G. Afrika’da. Beyaz ve Siyah. Ama bunlar aslında yanıltıcı tanımlamalar, çünkü her iki tip gergedan da aynı renk :) Asıl fark çene/ dudak yapılarındaymış Çenesi geniş olan beyaz gergedan. Hollandacada geniş anlamına gelen “wijde” kelimesi yanlış bir tercüme ile “wide- geniş” yerine white- beyaz” olarak alınmış ve bu da beyaz gergedan ismini yaratmış. Gergedanlar çok çağ öncesine aitmiş gibi görünüyorlar; insana Jurassic Park’daymış hissi veriyor bu hayvanlar. O kadar iriler ki... Fillerden sonra, ikinci en büyük memeli hayvan gergadanmış zaten... 
Bir ara iki gergedan tam arabamızın önünden yolun karşısına geçiyor, ağır, ağır, tonlarca ağırlıktaki vücutlarını bir sağa bir sola yatırarak ilerliyorlar... çok ilginç, etkileci ve korkutucu gerçekten... Bu arada hem yavru fil hem de yavru gergedan görüyoruz... Tüm canlıların küçüğü daha sevimli, bunu bir kere daha anlıyorum...

Bu arada Pilanesberg’in öyle bir cangıl havası yok. Daha çok otluk bir arazi, ama otların boyları çok yüksek ve biliyoruz ki onların arasında bizden saklanan yada tembel tembel uyuklayan bir sürü yabani hayvan var. Sonra uzunca bir süre sadece ceylanlar, kudular ve zürafalar görüyoruz. Ama burada züraflarla yürüme şansımız yok tabi ki....


Ceylanlar çeşit çeşit (antilop, impala, kudu, wildebeast, waterbuck...) Mesala bir tane McDonald’s dedikleri bir cins antilop var... Arkadan bakınca sanki McDonald’s ın sembolü olan M harfini çağrıştıran bir renk farkı var; arka bacaklarına M dövmesi yaptırmış gibiler... Çok yaratıcı bir isim olmuş doğrusu :-) Bir de daha önce görmediğim wildebeast dedikleri bir hayvan var, bol bol onlardan da görüyoruz. Bu hayvancıklar aslan ve leoparlar için akşam yemeği...

Sonra bir süre hiç birşey görmeden ilerliyoruz. Ve derken küçük bir göl yanından geçerken su aygırılar görüyoruz, keyifle oynuyorlar suyun içinde... Onlar da kocamanlar...Vahşi hayatta bu bir avantaj...

Ve sonra çalıların arkasında 2 tane bufalo görüyoruz. Ama otlar o kadar yüksek ve hayvaların açısı o kadar ters ki, bir türlü tam olarak göremiyoruz onları. 20 dakika kadar bekledikten sonra vazgeçip gidiyoruz. Çünkü saat ilerliyor, ve biz saat 11 olmadan herşeyi görmüş olmayı planlıyoruz. Big Five’ın 3 ünü gördük, ama hala kedigillerden birşey çıkmadı karşımıza.... Park içinde arabadan inilebilecek noktalar var, bu alanlar tel örgülerle korunuyor. Ama arabadan tel örgüye kadar 4-5 metre açık arazi de yürüyüp, sonra bir kapı açmak gerekiyor korunaklı bölgeye girmek için. İşte bu noktalardan birinde iniyoruz arabadan (çünkü tuvalete gitmemiz gerekiyor :) Bu kısım biraz tehlikeli aslında, çünkü hem o 4-5 metrelik yürüşüş sırasında hem de içerde neler olabileceğini kestirmek zor. Çünkü bahsettiğim tel örgüler sadece 3m. yükseklikte ve şanssız bir durumda yeterli olmayabilir. Neyse bu molayı macerasız atlatıyoruz ve tekrar yol almaya başlıyoruz.


İlerde bir fil sürüsü var, yola doğru ilerliyorlar, belli ki yolun diğer tarafına geçecekler. Arabayı durdurup bekliyoruz, bir süre sonra gerçekten önümüzden karşıya geçmeye başlıyorlar; muhteşem bir manzara... 1-2-3..... tam 12 tane sayıyorum, birkaç tane yavru var, diğerleri kocaman... Önlerine çıkan dalları, ağaçları kırarak, yıkarak ilerliyorlar. O anda arkadaşım dikiz aynasından arkayı görüp bana arkaya bakmamı söylüyor... ve arabanın arka tarafında şimdiye kadar gördüğüm en büyük fili görüyorum. Ve onun arkasında da diğerleri...
Bir başka fil sürüsü de arkamızdan geçiyor; yani arabamız 2 fil sürüsü arasında.... yapacak hiç bir şeyimiz yok! Arabamızı görünce yollarını değiştireceklerini umarak sessizce bekliyoruz. Yola bakıyorum, eğer arabaya saldırırlarsa araziye doğru sürebilir miyiz diye, ama bu arabayla imkansız, çünkü yol kenarına kanallar açmışlar... Belki bir cip oradan kurtulabilir ve fakat bizim upgrade’imiz C serisinden bir mercedes... Sadece bize saldırmalarından değil, birbirleriyle kavga etmelerinden de korkuyorum... Sessizce 20 dakika kadar tüm sürünün geçmesini bekliyoruz rahat bir nefes almak için... “Bellki de aynı sürüdendir bunlar, o durumda sorunsuz giderler di mi?” diye soruyorum, benden daha tecrübeli arkadaşıma “ evet, tabi” diyor sakin sakin... Ancak sürü gözden kaybolduktan sonra, o da benim kadar korktuğunu itiraf ediyor... Vahşi doğada ne zaman ne olacağı belli değil... ona uyum sağlamaya çalışmaktan başka yapılacak daha akıllıca bir şey yok.

Güney Afrika’da yaşadığım en tehlikeli ve beni en korkutan anım işte bu fil sürüleri arasında kalışımız oluyor.

Acıktığımız için mola yerine gidiyoruz, hem bir şeyler yiyelim hem de aslan yada kaplanları nerede göreceğimizi öğrenelim diyoruz. Burada çok akıllıca bir şey yapmışlar. Mantar bir panoya parkın bir haritasını asmışlar, ve her hayvan için farklı renke raptiyeler belirlemişler. Ziyaretçiler hangi hayvanı hangi bölgede gördüklerini işaretleyerek birbirlerine yardımcı oluyorlar. Bu sabah aslanlar ve leoparların, parkın bizim henüz gitmediğimiz bir bölgesinde görüldüğünü öğreniyoruz. Filleri ve gergedanları ve bufaloları gördüğümüz yerleri işaretliyoruz...
Karnımızı doyurduktan sonra, Big Five ın eksik kalan ikisini tamamlamak için tekrar yola düşüyoruz... Ben bir ara uzakta bir ağaç altında yatan bir aslan gördüğümü sanıyorum, ama bir türlü emin olamıyoruz, sonra gördüğüm şeyin aslana benzer bir kaya olduğuna kanaat getiriyoruz.... Parkın bu bölgesi çok uzun sararmış otlarla kaplı, biliyoruz onların arasında bir yerlerdeler... ama olmuyor, göremiyoruz bir türlü. Saat 12'ye doğru aramaktan vazgeçiyoruz, çünkü hava ısınıyor artık... ve akşam üzerine kadar artık ortaya çıkmayacaklarını biliyoruz, ve ne yazık ki bizim de o kadar vaktimiz yok :-(

Böylece safarimizi tamamlıyoruz. Gün boyunca en az 50 fil ve 20 tane gergadan görmüş oluyoruz. Fillere sık rastlanıyor, ama bu kadar çok sayıda gergedan görmüş olmamız büyük şans gerçekten... Kedigiller ise bir sonraki Afrika macerasına kalıyor...




Bu foto özellikle Fikriyecim için :-)


Cape Town, Masa Dağı, Ümit Burnu ile devam edecek.

Güney Afrika - 2

Bu yazıyı Bükreş Otopeni havalimanında Temeşvar (Timisoara) uçağını beklerken yazmaya başladım, ama ancak şimdi gönderebiliyorum. Bu Temeşvar’a üçüncü gidişim ama, Türkçe’de bu şehre Temeşvar dediğimizi henüz yeni öğrendim :-) Sabah yaşadığım “uçağı neredeyse kaçırma” macerasından bahsetsem mi diye düşündüm ama en iyisi önce başladığım işi bitireyim, ve Güney Afrika ile devam edeyim ;)

Jo’burg

G. Afrika’lılar kısaca Jo’burg diyorlar Johannesburg’a. Zaten yapı olarak da pek öyle canlarını sıkacak, yoracak şeylerle uğraşacak tarzda insanlar değiller; o yüzden Jo-han-nes-burg demek için yormuyorlar kendilerini :-) Yavaş yavaş, sakin sakin yapıyorlar herşeyi. Eğer iş yapıyorsanız bu tavır çok can sıkıcı olabiliyor... çünkü işler bir türlü ilerlemiyor... Ama tatil için biçilmiş kaftan....

Her şehirde olduğu gibi, merkezi merak ediyor insan. Şehir merkezine gitmek istedim, “Olmaz, çok tehlikeli” dediler... Bizim seyahat acentalarının “ panoramik şehir turu” konseptini hatırlayarak “Peki o zaman şöyle bir arabayla geçsek şehir merkezinden? ” diye sordum,. Ama aldığım cevap bu konuyu hiç uzatmadan kapatmama yetti doğrusu; “ İçinde bulunduğun arabaya ateş edilmesi için bir sebep olması gerekmiyor, sadece zevk için ateş eden birine de denk gelebilirsin” ... Hmm, peki o zaman, kalsın, görmesem de olur... Bu arada, tüm bu uyarılara rağmen, G. Afrika’da hiç tehlikeli bir durum yaşamadım (safari hariç) bunu da ekleyeyim. Dikkatli olduktan sonra korkulacak bir şey yok yani...
Jo’burg’da görülecek sayılı yerlerden biri ve bence en önemlisi bir alışveriş ve kültür merkezi olan Nelson Mandela Meydanı. Mandela şüphesiz ki G. Afrika için bir kahraman ve büyük bir insan. İşte ona, hakettiği büyüklükte 6 metrelik bir heykel ile teşekkür etmişler. Heykelin ayakkabı boyu bile tam 1 metre :-) G. Afrikalılar (yerliler) Mandela’ya “Madiba” diyorlar. Bu Mandela’nın ait olduğu kabilenin adıymış aslında, ama artık Mandela ile özdeşleşmiş. Kişinin kabile adı soyisminden daha önemli sayılıyor ve bir saygı göstergesi olarak kullanılıyor.

Bunun dışında bahsedilecek pek başka şey yok bence.... kumarhaneler dışında tabi. G. Afrika’da kumarhaneler bir eğlence merkezi şeklinde işliyor. Bir keresinde Emperor’s Palace’daki otellerden birinde kaldım; güvenli olur, istediğin zaman çıkıp dolaşırsın dediler... Otelin içinde bulunduğu kompleksten hiç çıkmak zorunda kalmadan yürüyerek kumarhanelere, restoranlara ulaşabiliniyor. Küçük çocukları olan ailer rahat rahat kumar oynayabilsinler diye çocukları bırakacak oyun alanları yapmışlar. (ne ince düşünce!) Ve bunların tamamı aynı çatı altında... Aslında restoranların bulunduğu alan (Tribes benim denediklerimin en iyisi) oldukça güzel ama, diğer kısımlar ve sürekli kapalı bir alanda olmak sıkıyor insanı.

Her neyse, son seyahatimizde bir İngiliz arkadaşımla birlikte 4 günlük bir eğitim vermeye gittik Jo’burg’a ve oradan direkt olarak aynı eğitimin tekrarı için Dubai’ye geçecektik. Aradaki hafta sonunu değerlendirmek için Jo’burg yakınlarında günübirlik safari yapmaya karar verdik. Son gün saat 4 gibi, katılımcılara sertifikalarını verir vermez, jet hızıyla atladık kiralık arabamıza ve ver elini Sun City....

Sun City / Lost City (Güneş Şehri /Kayıp Şehir)


Sun City de Jo’burg'daki gibi bir casino kompleksi aslında. Ama kumar ve yemek dışında daha pek çok aktivite imkanı var. Özellikle golf ve su sporları.... Ve yine çocuklar ve güneşlenmek isteyenler unutulmamış, onlar için de suni bir dalga parkı ve plaj yapılmış. Ama tabi bizim oraya gitme nedenimiz bunlardan hiç biri değil, 10 dakika mesafedeki Pilanesburg Milli Parkı. Burada tamamen doğal bir ortamda yaşayan bir çok vahşi hayvan var. Hayvanlara hiçbir şekilde yiyecek takviyesi yapılmıyor; tamamen vahşi doğanın kurallarına göre yaşıyorlar. Ve bizim de amacımız öncelikle “big five- büyük beşli” ve diğer hayvanlardan da mümkün olduğunca çoğunu görebilmek.

Sun City’ye akşam üzeri vardık. Burası şimdilerde sönmüş bir volkanın krateri üzerine inşa edilmiş ve mimarisine bir efsane yön vermiş; Afrika prenslerinden biri rüyasında bir muhteşem bir şehir görmüş, ve o şehri aynen rüyasındaki gibi inşa ettirmiş. Fakat daha sonra bir depremle bu şehir yok olmuş. İşte şimdiki mimari bu efsaneden esinlenerek yapılmış. Sun City’de kalınacak yerlerden biri de işte bu peri masallarındaki saraylara benzeyen otel. Ama biz daha mütevazi bir seçim yapıp Cabanas da kaldık. Hem Safari mantığına daha uygun, doğayla iç içe... Kuş ve çekirge sesleri biribirine karışıyor, odadan sürügülü fransız kapılarla direkt bahçeye çıkılabiliniyor... Tabi bu arada sineklere karşı korunmuş olmak lazım, çünkü sıtma – özellikle safari yapılan yerlerde- korunmanız gereken risklerden biri... Aslında sıtma aşısı var, ama Türkiye’de bulunmuyor. O yüzden, doktorun verdiği antibiyotiklerden kullandım ben, her ihtimale karşı... Zaten pek börtü böcek sevmem, ama çekirge sesleri kuş seslerine karışınca gerçekten huzur veriyor. Sabah erken kalkacağımızdan çarçabuk birşeyler yiyip yatmamız gerekiyordu, ama önce Sun City’de kısa bir keşif turu yapmaya karar verdik.
Masal otelin içinden geçip, kumar oynayanları gördük... manzara inanılmazdı; ben hayatımda bu kadar çok makinayı bir arada görmedim... Üstelik dikkatimi çeken korkunç bir şey var; bu makinlar sadece chip ile çalışmıyor “kredi kartı” da kabul ediyor... Düşünebiliyor musunuz? Kredi kartı ile kumar oynayan, kıyafetlerine bakınca kumarda şimdiye kadar şanslarının pek de yaver gitmediğini kolayca anlayabileceğiniz yüzlerce insan.... Daha üst katlarda kart yada masa oyunlarının oynanabildiği salonlar var... ama sigara dumanını yararak girmek gerektiğinden oralara hiç uğramayıp, bahçeye çıktık. Sağlı sollu sıralamış, kocaman fil heykellerinden oluşan “fil yolu”ndan geçerken kayalara oyulmuş aslan ve kaplan heykellerine hayran kaldık...  Sonra da büyük efsanevi şehir kapısından içeri girerek işte bu maymunlu fıskiyeye ulaştık; çok sevdim ben bunu :-)
 

Golf sahalarına giden koruluk yolda kısa bir yürüyüşten sonra, çabucak bir şeyler atıştırdık, ve ertesi sabah 5:30 da görüşmek üzere diyerek odalarımıza çekildik. Beni yakından tanıyanlar, bu safariyi yapmayı ne kadar çok istediğimi sabah 5:30 da kalkmaya razı oluşumdan tahmin edebilirler... O gece, ertesi sabah çok erken kalkam gerektiğinin bilincinde olarak, kuş ve çekirge sesleri arasında mışıl mışıl uyudum....

Devam edecek....


Evlenenler Evde Kaldı ;-)

Bir Türk kızı astronot olup aya gitse, nadiren görüştüğü (mesela bayramlarda) akraba ve tanıdıkları kendisine aşağıdaki sorulardan hangisini sorar?


a) Ay’ın yüzeyi delikli mi?
b) Atmosferin dışına çıkmak nasıl bir duygu?
c) Yerçekimsiz ortamda tuvalete nasıl gidiliyor?
d) Evlilik yok mu?

Ev-vet bildiniz! Doğru cevap d şıkkı. :-) Bir Türk kızı astronot dahi olsa, bu soruyu evlenene yada kendisinden ümit kesilene kadar cevaplamak zorundadır. Astronot olmayanlarımızın durumu daha da zordur... Meraklı kişinin dikkatini başka sorulara yöneltecek cazibede pek başka konu yoktur. Olsa bile, konu döner dolaşır ve bu soruya gelir. Çünkü bir çok insana göre hayatın nihai amacı ve başarısı evlenmek ve evlendiyseniz de çoğalmaktır. Bir çocuğunuz varsa, ikincisi ne zaman yapılacaktır?  “Armutun sapı var, üzümün çöpü var” dememelidir. Ay’a çıkmak başka, evlenip çoluk çocuğa karışmak başkadır...

Zaman geçip yaşlar ilerledikçe, soruyu soran “böyle gez dolaş nereye kadar” diye başlar ve “vakit de geçiyor artık” edasıyla sorar bu soruyu.. Yani bir “evde kaldın” iması vardır artık soruda ;-)

İşte benim itirazım tam da bu konuya... Neden derseniz; insanlar evlenince daha az esnek oluyorlar, iki kişilik plan yaptıklarından her yere gidemeyip, her programa katılamıyorlar...  Çocuk olduktan sonra da, ya çocuk hasta oluyor, ya çocuk huysuz oluyor, ya çocuğu bırakacak kimse olmuyor, ya bakıcı evden kaçıyor, ya da kayınvalide yemeğe geliyor... Bu yüzden evlenenler genelde dışarı çıkamayıp, evde kalıyor.. Yanlış anlaşılmasın, evliliğe itirazım yok, evlenen arkadaşlarımı da tebrik edip gönülden mutluluklar dilemeyi ihmal etmem... ama hayat tarzlarına bakıldığında, terminolojide bir hata yok mu? Asıl evlenenler evde kalmış olmuyor mu? ;-)

Oysa biz bekarlar öyle miyiz? Eşe, çocuğa, kayınvalideye, kayınpedere, görümceye, eltiye, kayınbiradere karşı sorumluğumuz olmadığından, planlarımızı kendi ajandamıza göre yapabildiğimizden; dışardayız. Her yere erkek arkadaşımızla gitmek gibi bir zorunluluğumuz da yok... Bu yüzden daha çok seyahat ediyoruz, daha sık tatil yapıyoruz, daha çok geziyoruz, daha çok spor yapıyoruz, daha çok....... Her ne yapıyorsak yapalım, daha çok dışardayız ve genelde Evde Yokuz :-))))

Sayfamın makyajı :-)

Hayat Yolculuğum sayfasının yeni görünümüne kavuşması için yardımını ve vaktini esirgemeyen adı Aylak kendisi çalışkan ve meşgul Adam'a çok teşekkürler :-)         http://www.aylakadam.org/

Güney Afrika – 1

Beni en çok etkileyen ülkelerden biriyle başlamak istiyorum. Ancak o kadar çok anlatacak şey var ki, bir seferde bitirmek mümkün değil... Güney Afrika’ya 13 ay içinde 3 kere gitme fırsatım oldu. Ve her seferinde de mutlaka iş dışında bir şeyler yaptım; bir turistin görebileceği hemen her şeyi gördüm. Ve gerçekten de görülmeye değer çok şey var... O yüzden birkaç bölüm yapacağım. Detaylara girmeden önce şaşırtıcı birkaç genel bilgi vereyim;

Şaşırtan Gerçekler;

- Ben Afrika'ya gidene kadar başkent Johannesburg sanıyordum, oysa Güney Afrika Cumhuriyeti’nin tam 3 tane başkenti varmış: Pretoria, Cape Town ve Bloemfountain. Yasama, yürütme ve yargıyı bu üç şehir arasında bölüştürmüşler.

- G. Afrika’da bolluk sadece başkent konusunda değil; 11 tane de resmi dili var. İngilizce ticarette kulanılan dil, Afrikaans (bir nevi Hollandaca) da yaygın olarak konuşuluyor. Siyahların çoğunluğu evlerinde Zulu yada Xhosa konuşuyor. Xhosa “klik” sesi çıkarılarak konuşuluyor; yani dillerini üst damaklarında şaklatıyorlar bazı sesler için; Yazılışı da "!" şeklinde... çok eğlenceli ;-)

- Johannesburg’a ulaşmak için 9, Cape Town için 12 saatlik bir uçak yolculuğu gerekiyor, ama vardığınızda saat farkı ve dolayısıyla “jet-lag” yok :-) Çünkü Türkiye ve G. Afrika aynı boylam, yani aynı saat dilimi üzerinde...

- G. Afrika'da sadece siyah ve beyazlar yok, Hintli ve Asyalılar (Malezyalı vs.) ve bir de “colored- renkli” denilen melezlerden oluşan bir topluluk da var. Bu kişiler siyahlarla karışmış Avrupalı, Hintli yada Asyalı kişiler, ama tam “siyah” da sayılmıyorlar. Yani her melez colored değil, Afrikalı kanı gerekiyor... Apartheid (ayrımcılık, ırkçılık) döneminde renkliler siyahların üstünde beyazların altında bir sınıfta yer alıyorlarmış; yani siyahtan iyi, beyazdan kötü...

- Johannesburg güvenlik açısından o kadar tehlikeli ki, insanlar evlerini bahçe duvarlarının üstüne elektrikli tel çit koyarak koruyorlar. Yabancılar da yiyecek içeceklerini açık bir şekilde ortada bırakmamaları konusunda uyarılıyor. Yani diyelim ki restorandasınız, tuvalete gittiniz, döndüğünüzde masada yarım kalmış içeceğinize devam etmemelisiniz çünkü içine birşey atılmış olabilir!


- G. Afrika da nüfusunun 1/3 ünün HIV virüsü taşıdığı söyleniyor, ama hükümet biraz daha tutucu rakamlar açıklıyormuş.

Jo’burg, Sun City ve Safari ile devam edecek... O zamana kadar buyrun size kısa ama eğlenceli bir video ;-)


Bugün bayram, erken kalkın çocuklar...



Bugün bayram,
Erken kalkın çocuklar,
Giyelim en güzel giysileri,
Elimizde taze kır çiçekleri,
Üzmeyelim bugün annemizi...


Her bayram nedense Barış Manço'nun bu şarkısı gelir aklıma... Ne güzel şarkı ama...

Bir de "Balonlu İbo" adında bir şarkıcı vardı çocukluğumuzda; o da şöyle söylerdi;

Benim balonlarım vardı,
Onları kimler aldı?
Mutlu bayramlar vardı,
Kimbilir nerede kaldı?
Dostumdu benim balonlar
Çocuklar beni anlar,
Çocuklar ve o balonlar....

Bu biraz daha hüzünlü... eski bayramlara özlem, çocukluğa özlem. Ben çocukluğumu ve geçmişi düşününce, o zamanlar ne kadar önyargısız olduğumuzu farkediyorum. Sadece biz çocuklar değil, herhalde herkes biraz daha az şekilciydi o zamanlar... Belki Osmanlı padişahları da sarı, yeşil, kırmızı yahut mor kaftanlar giydiklerinden, Barış Manço pembe renkli saten gömleğiyle kabul görmüş, her parmağına taktığı o hepsi birbirinden gösterişli yüzüklere rağmen "ailemizin sanatçısı" olmayı başarmıştı. Ne yazık ki şimdi erkekler o parlak güzel renklerden yoksunlar, çünkü dünyamız ve bizler daha şekilci olduk. O güzel renkleri giyenler de "gay" damgası yemeyi göze alanlar oldu... Bu arada "gay" ingilizce de "neşeli" demek... kimbilir, belki de daha renkli giyindikleri için daha neşelidirler... :-))




Bol balonlu renkli bayramlar :-)

Dünyaya açılan pencerem...


Hayat bir yolculuk... Bu yolculukta yol arkadaşlarımız var, yolculuğumuza yön verenler var, molalarımız ve duraklarımız var... İşte bu blog benim hayat yolculuğumdaki olaylar, yerler ve insanlar üzerine olacak... Kimi zaman bir günlük, kimi zaman içimi dökeceğim bir dost, kimi zaman da bildiklerimi, gördüklerimi paylaşabileceğim bir yazı tahtası olacak... Umarım daha önceki denemelerimin aksine, devamlı ve ayrıca kalıcı da olacak :-)

Sevgiyle...