James Bond, Long Island Ice Tea ve soğukta yaşama sanatı...
“Hayatımı yazsam roman olurdu!” Herkes kendi hayatı için bunu düşünür belki ama akıcılık/ sıkıcılık açısından değerlendirildiğinde, herkesin romanı çok satanlar listesine giremezdi herhalde.... Bana gelince... Ben hayatımı yazsam, hiç inandırıcı olmazdı diye düşünüyorum... Muhtemelen “Ne bu kardeşim, bir insanın başına bu kadar da çok aksilik gelmez ki!”, “Yazar biraz abartmış...”, “Bu gerçek bir hikaye olamaz, böyle şeyler ancak filmlerde olur!” tarzı yorumlar alırdı diye düşünüyorum... İşte Vilnüs’e de yine böyle akıllara zarar bir dönemimde gittim aslında ama.. şimdi bir roman kahramanı olmak yerine bir roman kahramanıyla, Ian Fleming’in James Bond’ u ile tanışmamı anlatacağım...
Litvanya’nın başkenti Vilnüs’ün adını, oraya iş için gitmem gerekince duydum... Yarım milyon nüfuslu Vilnüs uzun yıllar Rusların sonrasında da Polonyalıların yönetimi altında kalmış... bu nedenle her iki milleti de pek sevmiyorlar. Ama özellikle yaşlılar hala bu iki dili de konuşuyorlarmış. Türkiye’den Litvanya’ya direkt uçuş yok maalesef.. O nedenle ben Viyana aktarmalı olarak toplamda 8 saat süren bir eziyetten sonra ulaştım Vilnüs’e. Burada oldukça kalabalık bir ekip olacaktık... Diğerleri Varşova’dan geldiler; toplamda 4 Polonyalı, 1 İngiliz, 1 Meksikalı ve bir Türk... ve şans bu ya aşağı yukarı aynı saatlerde vardık Vilnüs’e.. Sağolsunlar beni biraz beklediler, hatta muzırlık yapıp adımı bir kağıda yazmışlar, çıkış kapısında karşılama ekibi gibi öyle bekliyorlardı ;-) Neyse iki araba kiralanmış, atlayıp doğruca otele gittik.. Saat çoktan 4 olmuştu ve hava kararmadan etrafı görmek için çok da fazla vaktimiz yoktu.. Eşyaları odaya attığımız gibi, fırladık dışarıya... Tabi ki önce bir güzel giyindik; eldivenler, bereler, atkılar, içlikler, yün çoraplar.. -18 dereceye çıkmamıza yardım edecek ne varsa geçirdik üzerimize... Ama yani... insanın gözü üşür mü? Üşüyormuş, öyle korkunç bir soğuk var.... Fakat şehir o kadar sevimli, o kadar sakin ki, soğuğa rağmen dolaşmaya devam ettik.. Ve de 1-2 saat içinde gezimizi tamamladık... Fakat gezinin en güzel kısmının sıcak birşeyler içmek için uğradığımız cafe olduğunu da itiraf etmeliyim...
Cafe’den çıkıp otele doğru yürürken, otelin yanında bir Türk Bayrağının dalgalandığını gördüm... “Bak görüyor musun, vatan hasretiyle serap görmeye başladım galiba..” derken, yaklaştıkça bunun gerçekten de bizim bayrağımız olduğunu anladım... Meğer bizim otel, Türk konsolosluğuyla bitişikmiş... Ama şimdi gidip selam versem, vatan toprağı gibi hissettirmek yerine, bön bön yüzüme bakarlar kesin, deyip selam vermekten vazgeçtim... İçeri girince anladım ki, otelimizin önemi sadece konsolosluğun yanında olmasından kaynaklanmıyor.. Radisson buranın en önemli oteli ve Vilnüs’e gelen tüm önemli insanlar da burada kalıyorlarmış... Otel de bu durumdan gurur duyuyor olacak ki, oteli ziyaret eden önemli kişilerin isimlerini küçük plaketlere yazıp otelin lobisinde sergiliyor... Kimler yok ki... Türkiyeden Ahmet Necdet Sezer, rahmetli İsmail Cem, Yıldırım Akbulut... George Bush da dahil olmak üzere bir çok ülkenin başkanları, başbakanları, kralları, kraliçeleri...Pet Shop Boys, Chris de Burgh, Bob Dylan, Platini vs...
Ve tesadüf bu ya, bizimle aynı anda Sir Roger Moore da (nam-ı diğer James Bond) Unicef iyi niyet elçisi olarak orada bulunuyormuş... Heryerde resimleri filan var... Ben yorgun olduğum için odama çıktım, 1- 2 saat sonra mesaj geldi... “James Bond burada, hadi gel” diye... ama ben çoktan pijamalarımı giymiş ve yataktaydım... Aşağıya inmeye üşendim.. Ertesi gün, “ Eee konuştunuz mu, fotoğraf çektirdiniz mi James Bond’la?” diye sordum ama, güvenlikten yanına yaklaşamamışlar, sadece uzaktan, o da gizli gizli resmini çekmişler, onu gösterdiler... bir de ballandıra ballandıra neler olduğunu anlattılar, “İşte şöyle hoş bir adam, yanındaki kadın böyle güzel, bodyguardlar şöyle iri... kaçırdın James Bond’u vs. vs” diye....
Neyse, ertesi gün denetim için Kaunas’a gittik. Vilnüs’e 1 saat mesafede.... İşimiz bitince, şehri pek de görmeden geri döndük... Bu yorucu gün sonrasında yemek için değişiklik olsun diye bir Brezilya restoranına gitmeye karar verdik. Meksikalı arkadaşımız bu restoranın methini duymuş ve denemek istiyordu...Burada değişik bir stil uyguluyorlar; Herkese bir tarafı kırmızı diğer tarafı yeşil bardak altlıkları veriyorlar.
Yeşil tarafı yukarı bakar şekilde tuttuğunuz sürece masaya et getirmeye devam ediyorlar. Etler şişlere geçmiş, ve bardak altlığı yeşil olan herkesin tabağına istediği kadar keserek servis ediyorlar... Sürekli farklı tipte bir et geliyor... Arada kızarmış muz getiriyorlar (tatlı olarak değil, yemek arasında) sonra yine ete devam... Getirdikleri et genelde domuzun farklı versiyonları olduğundan ben daha çok açık büfeye takıldım, orada da çok güzel salata ve zeytinyağlılar vardı. Buna benzer bir konseptte bir Kenya restoranında da yemek yemiştim ama, burada et dışındaki seçenekler çok daha fazlaydı... Aslında burada asıl ilginç konu Polonyalı kızların içtiği Long Island Ice Tea... Bu inanılmaz derecede ağır bir koktely; içinde 5 değişik çeşit içki var... Ama kola ve limonla karıştırdıkları için içimi çok rahat, alkol içtiğinizi bile anlamıyorsunuz.....
Tarifi şöyle; birer ölçek votka, cin, tekila, rum ve triple sec, bol buz, kola, limon yada portakal suyu... Büyük bardakta geliyor... Kızlar bunlardan tam üçer tane içtiler, otele geri döndüğümüzdeyse, lobide oturup James Bond’u bekleyeceklerini söylediler.... tabi beklerken de içmeye devam... Anladım ki bu kadar soğuk olan ülkelerde, dışarı çıkmak çok mümkün olmadığından, kendilerini içkiyle sıcak tutuyor insanlar....Ve vücutları o kadar alışık ki içkiye... o kadar alkol adıktan sonra bile hala kendilerindeydiler.... İngiliz olan arkadaşımız bile “pes” dedi, ki onlar da alkole çok dayanıklı aslında... ben içsem alkol komasına girerdim herhalde... Aylarca doğru dürüst güneş görmeden yaşayıp da bunalıma girmemenin yolu bu olsa gerek... Yani soğukta yaşama ve yine de mutlu olma sanatı... :-)
Tarifi şöyle; birer ölçek votka, cin, tekila, rum ve triple sec, bol buz, kola, limon yada portakal suyu... Büyük bardakta geliyor... Kızlar bunlardan tam üçer tane içtiler, otele geri döndüğümüzdeyse, lobide oturup James Bond’u bekleyeceklerini söylediler.... tabi beklerken de içmeye devam... Anladım ki bu kadar soğuk olan ülkelerde, dışarı çıkmak çok mümkün olmadığından, kendilerini içkiyle sıcak tutuyor insanlar....Ve vücutları o kadar alışık ki içkiye... o kadar alkol adıktan sonra bile hala kendilerindeydiler.... İngiliz olan arkadaşımız bile “pes” dedi, ki onlar da alkole çok dayanıklı aslında... ben içsem alkol komasına girerdim herhalde... Aylarca doğru dürüst güneş görmeden yaşayıp da bunalıma girmemenin yolu bu olsa gerek... Yani soğukta yaşama ve yine de mutlu olma sanatı... :-)
Neyse, ertesi gün hepimiz ülkelerimize dönüyorduk, bir süre sonra ben kalanlarla vedalaşıp odama çıktım, onlarsa James Bond’u yani Roger Moore’u beklemeye devam ettiler... Roger Moore 1973-1985 yıları arasında tam 7 kez James Bond’u canlandırmış. Ben onun TRT de yayınlan Return of the Saint deki karekterini daha çok seviyordum doğrusu.. Başında halesi, iyilik meleği yakışıklı Simon Templar’a küçük büyük bütün kızlar hayrandık... Ertesi sabah ben kalktığımda, arkadaşlarımın hepsi çoktan otelden ayrılmıştı; hepsinin uçağı benden önceydi.. Güzelce kahvaltımı yaptım, kahvemi içtim, sonra check-out için resepsiyona gittim. Tam işlemlerim bitmek üzereydi ki... birden Sir Roger Moore ve yanında iki çok hoş hanım lobiye geldiler... Bir tanesi eşi, 70 yaşlarında, “cami yıkılmış ama mihrap yerinde” denilen tarzda, çok hoş bir kadın, hala kendisine baktırıyor... Diğeri de 40-45 yaşalrında, sanırım sektreter, asistan filan.. o da hoş ama diğeri kadar değil... Roger Moore ise, Madam Tussaud daki balmumu heykellere benziyor, hareketsiz dursa, gerçek olduğu anlaşılmaz..o kadar yani! Ama yine de 80 küsur yaşındaki birisi için çok hoş ve yakışıklı.... Yanlarında koruma filan görmeyince daha genç olan kadına yaklaşıp, fotoğraf çektirebilir miyim diye sordum....
Aslında böyle ünlülerle fotoğraf çektirmek gibi bir özentim yoktur ama, bizimkilere gönderip güzelce dalga geçerim diye düşündüm :-) Neyse, son derece samimi ve içten davrandılar.. Roger Moore nereli olduğumu sordu, Türkiye’yi anlamadı önce... “İstanbul, Türkiye” deyince.. “Ahh biliyorum... Çok şanslısınız, çok güzel bir şehriniz var” dedi.. Ben de teşekkür ettim tabi ki... Sonra hemen bizimkileri kıskandıracak bir mesaj attım... Onlar gece bayağı beklemişler ama gelen giden olmamış...Yani James Bond - Vilnüs bölümündeki Bond kızı ben olmuş oldum :-) His name is Bond... James Bond! And my name is La, Neeeesh-La ;-)